8 Ocak 2012 Pazar

The Path of Totality


uzun zamandır dönüşü beklenen korn albümü. 10. stüdyo kayıtlarında yarattıkları tınıya çok da uzak olmayan dubstep tarzını entegre etmişler. albümün içeriği aşağıdaki gibidir:
1- chaos lives in everything feat. skrillex
2- kill mercy within feat. noisia
3- my wall feat. excision
4- narcissistic cannibal feat. skrillex
5- illuminati feat. excision
6- burn the obedient feat. noisia
7- sanctuary feat. downlink
8- let's go feat. noisia
9- get up! feat.skrillex
10- way too far feat. 12th planet
11- bleeding out feat. jon gooch
bonusları:
12- fuels the comedy feat. kill the noice
13- tension feat. excision



kişisel yorumuma kalırsa; kullandıkları gitar tonları, elektronik seslere zaten çok yakın olan ve hatta 1998'de çıkarttıkları follow the leader albümlerinin kapağına "bu albümde elektronik gitar dışında başka bir sound kullanılmamıştır" yazan -tonlarının elektronik müziğe bu kadar yakın olması bu yazıyı mecbur kılmıştır.- bir grup için bu albümün sınıflandırmasını yaparken soy ağacının ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmek gerekir. 
nu metalin karanlık ve sert tarafı olan korn'a, dubstep'in kızgın çocukları eşlik etmiş. eminim ki jonathan davis uzun süredir bu kadar sesini kullanma şansına sahip olamadı. yok oluşa giden bir grubun denediği bu alternatif "path" onları tekrar canlandırabilecek, giden elemanların eksilttiği yaratıcılığı tekrar yerine koyabilecek.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Tonight Blues is falling down, like Rain!

Uzun zaman sonra müziğe beni yeniden çeken blues ile eski günlerdeki gibi hissediyorum kendimi. Biraz umursamaz hissetmek, biraz yorum yapmadan yaşamak- tabi ki amaçsız ve ot gibi değil- o kadar çok şey katmıştı ki bana o günlerde; boş geçen günlerimde o günlerin birikimlerini tüketmeme rağmen 5 sene boyunca çöküş yaşamadım. Hazıra dağ dayanmaz sözüyle eski topraklar çok şey açıklamışlar. 5 yılın sonunda tükendim, şimdi her şeye yeniden başlayabilme şansım varken hali hazırda, yine müzik dinliyorum. Sanırım şu an ilerlediğim yer bana çok uzak değil. Sanırım Tanrı var bugün; ama benim için yarın da, sonraları da olacağına eminim. Teşekkürler Muddy Waters, teşekkürler blues. Her şey sizinle başladı, sonra çok şey kaybetti; fakat her şey yine size dönüyor.

24 Ekim 2010 Pazar

follow me, or don't feel sorry for me!

aslında kendi blog günlüğümün başka insanlar tarafından izlenmediğini biliyorum. ama sanki tam göreviymiş gibi geliyor bana şu anda. günlük gibi, internet günlüğü gibi. üzgüünüm ben, kendime acıyorum. yaptığım şeylere, olduğum insana acıyorum bugünlerde. kendimi toplayabilmek için yeni ilgi alanları kazanmaya çalışıyorum. yeniden düzenli bir işte çalışıyorum, vücut geliştirmeye geri döndüm , blues dinliyorum, ve kendime vakit ayırabilmek için senelerdir varlığına inanmadığım tanrıya inanıyorum ve bana yardım etmesini istiyorum. bu noktada herşey güzel ama geceleri hiç birşey yapmadan yatağa girmek bana zor geliyor. gerçekten zormuş... neyse aklıma gelen kendimle ilgili bir şey yine moralimi bozdu.

13 Ağustos 2010 Cuma

Ağlayın Be!

Size yalvarıyorum!!! Gülün ağlayın ama sakın sinirlenmeyin!!! Çok şey kaçar elinizden de fark etmezsiniz elinizin titremesinden! Nefret etseniz gülün mesela, çok üzülürseniz ağlayın. Sadece sinirlenmemek için yapmacık davranın, o bile daha samimi olacaktır. Bir şeyleri kaybettikten sonra hayat zaten yapmacık olacak, bırakın kaybetmeden yapmacık yaşayalım!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Ecstasy of Gold

Biliyor olmanız gerekir; onlar bizim yaşlandığımız gibi yaşlanmıyorlar!
Yaşadıklarımız hayatımızın gidişatıdır değil mi? Efendi olmanın saçma kabul edildiği bir dünyada, yaşlandıkça yaşadıklarınızın sorun olduğunu anlarsınız. Bu adamların Some Kind of Monster albümlerini yaparken yaşadıkları gerçekten de bir şov değil, Lars Ulrich'i saymazsak.
Freddie Mercury gibi kısa ve efsanevi olanı değil, uzun ve çetrefilli olanı seçtiler. Şimdi gelip de iki defa eline gitarı almış olanların bilgelik taslamalarınına gerek yok. Yaptıkları müzikle yaşamlarını aynı kefeye koyabilirseniz, onların nasıl hala some kind of monsters olduklarını anlarsınız!

12 Temmuz 2010 Pazartesi

GÜLMECE OLMAYAN BİR ÖYKÜ


Rakamlarıyla hatırlayamıyorum; ama Aziz Nesin'in öldüğü seneydi sanırım. Turuncu kaplı, Aziz Nesin'in kendi eserlerinin arasından, kendi seçtiklerinden oluşan derleme öykü kitabı "Sizin Memlekette Eşek Yok Mu?" yeni çıkmıştı piyasaya. Babam muhalif tutumundan dolayı Aziz Nesin'e bayılırdı, ve genelde kitaplarını takip etmeye çalışırdı. Bir gün babamın, kapıdan bu turuncu siyah kitapla girdiğini gördüm. Bendeniz kitap kurduydum o dönemler; bir yaprak olsun, ama üzerinde yazı olsun yeterdi.
Kitabı babam getirdiği için sıra onundu önce, tabii olarak. O bir hafta babama düşman kesilmiştim, kitabı işe neden götürüyor diye. Lafı daha fazla uzatmayayım; sıra bana geldi günün birinde. Yatağıma uzandım ve iştahla ilk sayfalarını çevirdim kitabın. Aziz Nesin'di ya, gülmek çok mühimdi ya çocukluğumdan beri, komiklikler olacak ve eğleneceğim diyerek sayfaları karıştırdım. İlk otuz saniye önsöze şöyle bir baktığımı hatırlıyorum; ama kitabın merakı, önsözü yendiğinde, karşılaştığım iki kelime beni biraz yavaşlatıyordu: "BİR ANI" . Devam ediyordum. Satırları ve yazıyı bitirdiğimde o güne kadar yaşamadığım bir duyguyu yaşamış gibi oluyordum ve ölümün bir tahta sandalyede, balon şişirirken gelebileceğini ve yoklayıp gidebileceğini öğreniyordum. O an düşünülebilecekleri, hesaplanıp çözülebilecekleri, ihtiyaç duyulacak varlıkları, yoklukları öğreniyordum "Üstat"tan. Yani kitap, benim gülme şevkimi ilk bölümüyle kırıyordu biraz; ama benim merakım artıyordu, devam ediyordum, her insan oğlu gibi.
İkinci bölümün başlığı o kadar netti ki, gerekeni hiç zorlanmadan alıp yazıya geçmeniz isteniyordu:"GÜLMECE OLMAYAN BİR ÖYKÜ". Başlığı okuduğum an, bir haftadır beklediğim güleceğim diye sabırsızlandığım kitap bana farklı bakıyordu.
Ve benim için hatıralarımın filmi burada kopuyor. Öykünün ne anlattığını ve nasıl bir yazı olduğunu hatırlamıyorum. Tülsüyle mi alakalıydı acaba,emin değilim?
Biliyorum ki, en yukarda yazan başlık bana güç verdi hep; 'Gülmek gerçekten Çok Mühim'. Biliyorum ki, bana bazen sadece o güç veriyor. Yine de koymalı insan araya, gidişata bir dur diyen tezatlıklar. Gülmek istemiyorum bu aralar; daha çok 'sadece' yaşamaya ihtiyacım var. Biriktirdiklerimle yaşamaya, notlarıma, sevi belgelerime ihtiyacım var, onlar benim değerli hazinelerim: acılarım, inandıklarım, sevgilerim, yürek çarpıntılarım, bulut oluşum,yağmur oluşum, sel oluşum...

30 Haziran 2010 Çarşamba

Ömer "Üründür, Numunedir"



Portekiz İspanya maçı, otobüs seyahatini bir nebze olsun kurtaracak, omuriliğimi biraz rahatlatacak bir maçtı, benim için. Takımların sahaya çıkması falan, çok destansıydı deyip de kendimi bir futbol aşığı gibi göstermeyeceğim. Maç başlamadan kendimle paylaştığım duygu şuydu: Portekiz'i Ronaldo bilem kurtaramaz. Tek kale maç anlayışı, çekişmeli geçen bir maçtan daha çok keyiflendirir beni. O nedenle, eşantiyon poğaçam ve şeftali suyumla oturdum 2.5 inçlik televizyonun karşısına ve başladım İspanya'yı izlemeye. Keyfim gıcırdı anlayacağınız, ta ki kulaklıktan duyduğum, İlker Yasin'in sesini aratmayan o korkunç sesi duyana kadar. " Evet Sayın Üründül, Portekiz'in ilk onbirini nasıl yorumlarsınız?" sorusuna ve devamında cevaplar, vuvuzelaların adamın(Ömer Üründül'ün) beynini uyuşturduğunu düşünmeme neden oldu. Tamam rahatsız edici bir ses; ama bu kadar mı hassas bir beyin yapısı var saygıdeğer, zeka küpü, TRT'nin vazgeçilmez yorumcusunun? Maçı benim için tamamen bitiren replikleri ise şunlardı:
1)
+Hocam,danny oyuna girecek,sizce kim çıkar oyundan?
-(Ömer Üründül)bilmiyorum.
+almeida'nın oyundan çıkmasına ne dersiniz hocam?
-yanlış...
2)
+Sayın Üründül, size 2 sene önce bugün desem, aklınıza ilk ne gelir?
-Avrupa Futbol Şampiyonası!( Bu kelimeler,Sayın Üründül'ün ağzından "eureka" dercesine çıkmıştır.)
+Peki İspanya için önemi nedir, desem hocam?
-Bizimle yaptıkları maç mı?(2008 yılındaki Avrupa Futbol Şampiyonasında Türkiye İspanya'yla maç yapmamıştır. Google'dan merak edip arattım, deneyebilirsiniz.)
+Hayır Sayın Üründül,iki sene önce bugün, İspanya'nın şampiyonluğu kazandığı gündür.

Bütün bunları yazmam, Ömer Üründül'ün numune bir ürün olmasından şikayetçi olmamla alakalı değil. Ömer Üründül aslında sadece bir piyon. Bütün suç, onu oraya çıkartan TRT'nin!
İşte buradan çıkarttığım sonuca göre hipotezimi tamamlıyorum: Ömer 'Bir TRT Ürünüdür'.